
Osman Beye teşekkür ediyoruz
ŞİMDİ GURBETİ BİLDİN Mİ ÖĞRETMEN BEY?
/çalıya tüneyen bir kuşsun/
derdi annem
uzak bir ıslık misali
habeş’e yakındı kader
gecenin hüznü daha söyleşmeden
ütükyurdu’nda sabah olmazdı
varsın raks etsin değirmende
/cinler ve periler/ ne gam
benim söyleyecek daha çok şeyim var
kösedağ’a inen kırağılara
dokunmayı daha öğrenemeden
ellerim yandı hatıralardan
Zaman, ince uzun şiirini, yüreğimin en ıssız bölgelerine göndermişti yine. Tain emri elime ulaştığında, kırık bir ışık yayıldı içime. Belki yüz kere tekrarladım ilk görev yerimi: Zara Ütükyurdu Köyü, Zara Ütükyurdu Köyü...
Takvimler, 1997’nin Kasım ayını gösteriyordu. Ve yeni bir hayat, Zara’da beni bekliyordu. Zara’ya varır varmaz köyün muhtarını buldum. Karanlık çökünce, köye doğru traktörle yola çıktık. Traktörün uğultulu sesi, beni yavaş yavaş yeni maceralar yaşayacağım Ütükyurdu Köyü’ne doğru götürüyordu. Muhtar Musalim, kurnaz tavırlarıyla beni soru yağmuruna tutmaya başladı:
-- Hoca kaç yaşındasın?
-- 1975 doğumluyum muhtar.
-- Ya... çocukmuşsun hoca be...
Çocukmuşsun sözü biraz gücüme gitti ama aldırmadım. Oysa çocuk değildim... İlk geceyi muhtarın köye 2 km. uzaktaki, “Kabalaklı” adlı mezrasında geçirdim. Elektrikler yoktu. Gaz lambasının alevleri, “titreye titreye” etrafı kırmızımsı bir renge bürüyordu. O an çocukluk günleri depreşti içimde. Çocukluk yıllarımda, her elektrik gitmesinde kullandığımız ve benim çocukça sevinçler duyduğum, “idareli ve gaz lambalı” sessizlik, bir film şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı…
Mezradan köye doğru hareket etmeye başlamadan, çok ötelerde muhteşem bir dağ arzı endam ediyordu. Muhtar o dağın “Kösedağ” olduğunu söyledi. Aman Allahım bu ne güzellikti. Ötelerde, başına inmiş kırağılarla, mağrur bir destanı haykırıyordu sanki.
**
Sabahın erkeninde, yeni öğretmenin geldiğini duyan öğrenciler, ürkek kırlangıçlar gibi köşe başlarından sökün ediyorlardı.
Onların pırıl pırıl yüzlerini görünce, içime bir ümit yayıldı. Öyle ya, iki aydır öğretmensiz olan bu kardelenleri, zaman geçirmeden hayata hazırlamalıydım. Zaten Üniversite’de, arkadaşlarımızla birbirimize söz vermiştik; gittiğimiz her yerde, hiçbir bahanenin ardına sığınmadan, o güzel çocukları en iyi şekilde yetiştirmeye. Tükenmeyen bir enerjiyle, bütün öğrendiklerimi öğretmeye çalışıyordum. Hafta sonları da boş durmuyor; çocuklara, tiyatro ve şiir okuma çalışmaları yaptırıyordum.
**
Lojman, köyün çok dışındaydı. Gece, up uzun servilerde konaklayan saksağanlar, yalnızlık ve anılar sıra ile gelip çay içerlerdi kanepenin bir köşesinde. O zaman anlamaya başlamıştım, insansız geçen günlerin zorluğunu… “Meğer ne zormuş insansız kalmak.”
Nerden geldiğini pek anlayamadığım, sahipsiz bir köpek peydah olmuştu son günlerde. Okulun hemen kapısına, demirlemişti sanki. Kimse sahiplenmediği için, hay hay diye buyur etmiştim. Yemek artıklarının devamlı müdavimi olmanın da ötesinde, her tıkırtıya kulak kabartan bir sahiplenme içindeydi.
Özellikle dolunaylı gecelerde, gür ormanların ardından, usul usul yükselen ayı seyretmekte, şairane hazlar duyardım. Hele o gece “Süreyya yıldızları” da arzı endam etmişse, bir başka olurdu gecenin seyri âlemi. Kuşların, o nazenin şakımaları da gecenin eksik olan musikisini tamamlardı…
***
Öğretmenlik günleri yavaş yavaş ilerliyor ve ben akşamları iple çekiyordum; kitapların sıcaklığıyla yüreğimi ısıtmak için. Yatmadan yarım saat önce de, mutad olduğu üzere günlüğüme, o gün yaşananları kayıt düşüyor ve sonra uykunun ürkek tıkırtılarına bırakıyordum kendimi.
Öyle ya, uzak bir köydeki öğretmenin hayatı, ancak kendisini ilgilendirirdi; ama yine de yazma tutkusunun hep esiriydim yıllardır.
İlçeye, epey uzaktı Ütükyurdu Köyü. Dağların ortasında, etrafı ormanlarla kaplı şirin bir köydü. Köyün ortasından geçen “Habeş Çayı”, coşkusunu hiç yitirmiyordu. Akşam okul çıkışı, muhakkak ırmağın kıyısında dolaşır, Habeş’in gürül gürül söyleşmesini seyreder, yeni yazdığım en güzel şiirleri de onun boz bulanık kollarına bırakırdım.
**
Hele yollar kardan kapanıp, rüzgârın uğultusu etrafı kasıp kavurdukça daha bir zevk duyardım hayattan. Sobanın üzerinde ısıttığım ekmeklerin içine, köy peynirini caba ederek dünyanın en güzel kahvaltısını da yaptığımı unutamam. “Lisan Emmi”nin, onca karı tipiyi tepeleye tepeleye, bana taze ekmek getirmesi, parayla pulla ölçülmeyecek kadar değerliydi.
Kışın en şiddetli günlerinde de, gece oturmaları başlardı evlerde. Kütüklerin üzerinde yenilen akşam yemeklerinin ardından, nükteler, şakalar gırla giderdi. Elbette beni de, -köylerinin öğretmenini de- başköşeye konuk ederlerdi. Yaşlı başlı adamların bana başköşede yer vermeleri, beni mahcup ederdi. Öyle ya kendinden bildiğini, elbette bağrına basar bizim insanımız.
Uzun kış akşamlarında, Zara kilimi dokuyan kadınların desenlere verdikleri o muhteşem nakışları gördükçe, içime kekremsi bir huzur yayılırdı. Çok yer görmüş, çok yer gezmiştim ama başka bir güzeldi, bu Zara ve insanları.
**
En çok Salı günlerini seviyordum. Çünkü Salı günü ilçeye giden köyün sıra dışı “Posta Acentesi Akif Abi”, bana gelen beyaz güvercinleri, kapısının önünden geçen öğrencilerimle gönderirdi. Mektupları gönderirken çocuklara, “hoca akşam yemeğe gelsin, taze kömbe yaptırıyorum” diye de sıkı sıkı tembihlerdi.
Öğrencilerimin, heyecanlı bir şekilde kapıyı tıklamasından anlardım; dostların bize güvercinler uçurduğunu.
Dudaklarını büzerek konuşan küçük öğrencilerim:
“Öğretmeniiiiiim bu mektuplar sizinmiş...”
Diye bir tomar mektubu uzatırlardı; masumiyet kokan mini mini ellerinden. Dünyanın hazinelerini verseler, değişmezdim o mektuplarla.
Giresun’dan, Konya’dan, Ordu’dan, Van’dan, Rize’den,İstanbul’dan…, kanat çırpan mektuplar, tap taze haberler salıverirlerdi içime…
Ah o mektuplar, ah o mektuplar… İçlerinde yürek kokan, arkadaşlık kokan, vefa kokan, insan kokan mektuplar…
**
Öykülerle tanışıklığımdan olsa gerek, Halis Dayı adlı yaşlı birinin hal ve hareketleri, dikkatimden hiç kaçmıyordu. Tuhaf bir hali vardı sanki. Kaç yıllık mürekkep yalamış halimle çözemedim, gözlerinde taşıdığı bulmacayı. Kırık bir hayatı taşıyordu sanki yaşlı omuzlarında. Köyün yakın mezrasında otururdu. Her gittiği yere, can yoldaşı doru bir atla giderdi.
Mezradan köye her gelişinde, muhakkak benim yanıma uğrar, bir ihtiyacımın olup olmadığını sorduktan sonra; atını bağlar, sınıfa girip, bana ve öğrencilerime şeker, leblebi ve üzüm verirdi. Hiç bitmezdi cebindeki bereket. Küçük bir evdi sanki atın heybesi. Leblebi, şeker, ekmek hiç eksik olmazdı yanından.
Halis Dayı’nın bu hareketi, çok hoşuma giderdi. Ne yalan söyleyeyim, bazen öğrencilerimle Halis Dayı’nın yolunu gözlerdik; o nefis leblebilerden tadıp, iltifat dolu cümlelerini duymak için.
**
Bir ara, atın üzerindeki eyer dikkatimi çekmişti. Özellikle eyerin üzerine titizlikle işlenen bir fotoğraf, daha da meraka salıyordu ruhumu. Yağız bir delikanlının hafif tebessümlü fotoğrafı, buruk bir şiiri okuyordu sanki.
Halis Dayı ata binmeden önce, o resmi hafifçe okşardı nasırlı elleriyle. Fotoğrafa her bakmasında, depremleri andıran titremeler yayılırdı yaşlı bedenine. Hiç kaçmıyordu, bu ayrıntılar gözlerimden. Ne zaman bu sırrı sormaya yeltensem, yutkunup kalır, bir türlü soramazdım. Ama sezerdim, o resimli eyerde hatıralar saklı olduğunu. O da anlamış olacak ki, anlatmaya başladı titrek sesiyle:
“O resim Mahir’im hoca. O, benim gözümün bebeği. Mahir gideli gurbetteyim. Sen kendini gurbette mi sandın? Gurbette olan benim.Şimdi gurbeti bildin mi öğretmen bey?...”
Ne güzel cümlelerdi bunlar. Onlarca ciltlik kitabın anlatamayacağı, gurbeti özetleme haliydi sanki. İçim yandı anlattıklarına. Biran, yerkürenin bütün sarsıntılarını bedenimde hissettim. Yüreğimdeki kuşlar, çoktan kıyıya vurmaya başlamışlardı bile...
Halis Dayı’nın anlattıklarını öğrencilerim açıkladılar, O gidince:
“Öğretmenim, o eyerdeki resim var ya, Halis Dayı’nın trafik kazasında kaybettiği oğlu Mahir. O, o günden beri hep ağlar durur...”
***
Bir müddet kurtulamadım bu hazin hikâyenin iç yakan anlatımından. Ne zaman Halis Dayı’yı görsem, ne zaman okulun önünden rahvan atıyla sükûnetle geçse, içimin volkanlar kaynardı sanki. Ve apansız bir dörtlük, o günden beri, hiç yalnız bırakmadı dudaklarımı:
“Ne arzum, ne emelim
Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim
Gurbet benim içimde”
Neydi, bu uzak dağ köyünde bir şeyleri anlaşılmaz kılan, anlayamadım. Sevilenlerin yokluğuymuş insanı gurbete atan; ancak o zaman öğrendim. Hasretin yaktığı bir yüreği, çiçeği burnunda bir öğretmene öğreten hayatı, hala anlayabilmiş değilim.
OSMAN ÇELİK osmancelik58@hotmail.com
Isimsiz kahramanlar...Guzel insanlarla dolu memleket...
Kaçıncı kez okudum saymadım, acak ; okurken,o sahneleri yaşıyorcasına etkileniyorum. bunu da
Cok tesekkürler Osman Bey, cok güzel yazmissiniz. Ben Halis dedenin torunuyum, hikayeyi burda görünce cok sasirdim ve cok hosuma gitti.. Hatiranizda ismi gecen Mahir benim babamdir. Onu malesef bir is kazasinda kaybettik.. Bu yazinizi her okuyusumda agliyorum burda görünce yine gözlerimden yaslar akarak okudum.. Herzaman size nasil ulasabilirim diye düsünüyordum.. Eger okursaniz yazdiklarimi tesekkürlerimi iletmek istiyorum.. Kaleminize, yüreginize saglik..
İYİ YAZİLMİŞ BİR HATIRA.ANADLUMUZ BÖYLE GUZEL İŞTE...
ABİ VALLA GÜZEL HİKAYE. TEBRİK EDERİM.
Son günlerde okuduğum en güzel anı yazısı..
ben birşey soracaktım yusuf balkı beye daha önce sivas fatih ilköğretim okulunda öğretmenlik yaptınızmı cevap bekliyrm
Evet sizi hiç görmedim tanımıyorum fakat yazınızı okuyunca nekadar yakından tanıdığım bir dost olduğunuzu hatta ikiz kardeş olduğumuzu farkettim sizinle beraber aynı kardelenlere dokunup aynı gurbet adamlarını tanımışız benim fedakar dostum onların bize ihdiyaçları var .küllenen anadolu ateşini bilgimizl insanlığımızla ve yüreğimizle yeniden yakalım yazın çok güzel olmuş tebrikler